Yıl 1977. iTÜ Gemi İnşaatı Fakültesi'ni kazandım. Babamın vefatının henüz 40'ı dolmamış Ankara ana kucağından İstanbul cehennemine gelmişim. Dönem, sağ-sol çatışmalarının en yoğun yaşandığı dönem. Okul kayıt işlemleri tamamlandı. Kalacak yer de buldum. TCDD Sirkeci Öğrenci Yurdu. 12 kişi bir odadayız (koğuş). Okul Gümüşsuyu'nda. Gidiş otobüsle Taksim. Ama dönüşte rota; ekonomi ve eğlence olsun diye Beyoğlu, Galatasaray istikameti ile Zürafa sokağına bir göz atıp Galata köprüsü üzerinden Sirkeci. Yurtta ki ilk gecelerimde Sirkeci öğrenci yurdu civarı yaptığım çevre tanıma gezileri sayesinde istanbul'un öteki yüzünü erken tanıdım. Hafızamdan silinmeyenler; telefon kulübesinde kadın satışları ve fiili seks, arka sokaklarda döviz, kaçak sigara ve uyuşturucu pazarlayan tacirler ve her seferinde bir yere yetişecekmiş edası* ile önünden hızla geçtiğim, o zaman ki Sirkeci 1.Şubeden gelen (Sansaryan Han) bağırışlar.
*Gerekçesi; büyüklerimizden ilk öğreti "asla polisin gözüne bakma!"
Öğrenci yurdunda hafta içleri sabah ve akşam yemekleri çıkıyor. Yemekten sonra ağabeylerimiz iki saat mecburi "etüd" adı altında siyasi eğitim veriyor. Ancak anlayamıyorum birçok kelimeyi ve cümleyi. Proleterya, komün, oligarşi, ajite, burjuva, lümpen, emperyalizm, ajan provakotör v.s. Aptal, aptal anlatılanları dinliyorum. Ama herkes anlıyor gibi baktığından ben cesaret edip her cümlede iki, üç tanesi kullanılan bu karmaşık kelimelerin anlamını soramıyorum. Onlar bu kelimeleri ne kadar çok kullanırlarsa ben kendimi daha çok aptal hissediyorum.
3. haftada elime kalın bir kitap (Kapital) tutuşturdular. "Bunu oku! Haftaya seninle kitabı tartışacağız ". Her akşam okuldan gelir gelmez kitabı açıyorum. Birinci sayfa, ikinci sayfa... Boğuluyorum. Anlamıyorum. Bitmez tükenmez ağır cümleler. Anlaşılmaz kelimeler. Offff. Bitmeli bu kitap. Bitirmeyi bıraktım, anlamalıyım. Onu da bırak bir de tartışmalıyım... İmkansız!... Henüz, bu hafta başlayacak vize imtihanları için derslerimi dahi çalışmamışım. Bu kitap okuma işi de nereden çıktı şimdi? Kitabı yanıma aldım. Gündüzleri anfide kitabı çalışıyorum ders dinlemek yerine... Geceleri de masada çökene kadar kitabın başındayım... Olmadı.. Dörtte birini dahi bitiremedim kitabın. Vakit doldu. Şimdi "Etüd" zamanı. Ağabeylerim sordu.
- Evet Cem. Anlat bakalım".
- Ehh.. şeyy. bitiremedim. Dersler v.s. ...
- Peki sana bir hafta daha müddet. Haftaya hazır ol. Yoksa yaptırım uygulamak zorunda kalacağız".
Yaptırım? Ne gibi yani?... Hani ortaokulda derslerde kötü falan gidersek özel hoca tutardık ya. Acaba burada da olur mu öle bişi? Olur valla. Gittim kendime yakın bir ağabeyime. Dedim; Sen okumuşsundur. Bana yardım et, 1) Kitabı özetle. 2) Bana bi sözlük yapmama yardım et.
Ohhh beee! Yırttık. Etüd zamanı. Başladım ezberlediklerimi anlatmaya. Ağabeyimin talimatı ile her cümleye "bu anlamda, son tahlilde, somut durumun somut tahlili" diye başlayıp, kendi hazırladığım devrimci sözlüğünden 2 değil 3-5 kelime sıkıştırarak harika bir sunum yaptım. Ben bile kendimi alkışladım sonunda.
İlk imtihanı geçmiştim. Ancak şimdi sıra pratikteymiş.
- Pratik?" o nedir ya?
-Yazıya çıkacaksın.....Yani duvar yazısı yazma görevi
- Ne yazcaz? "Kahrolsun Oligarşi" "Emperyalizme Ölüm"...
İyi de abisi, ben daha bunların tam anlamını bile bilmiyorum. Ne yazması. Zaten okuyoruz, duyuyoruz. Duvar yazısı yazanları ya karşıt görüşlüler "zımbalıyorlar" ya da polisler yakalayıp, yakın yer sirkeci Sansaryan Han'da bağırttırıyorlar. 1.Şubenin önünden gelip geçerken hep merak ettim insanların neden bağırdıklarını. Ancak yaşayarak öğrenmeye hiç mi hiç niyetim yok!.
Ertesi gün eşyalarımı da alarak yurttan ayrıldım. Geçici olarak Harbiye'de bir arkadaşımın evine yerleştim. Henüz 3.gün. Polis evi bastı. Apartmandan şikayet gelmiş. Örgüt evi imiş orası, biz de örgüt üyesi !?. İhbar böyle. İşin komiği diğer 2 arkadaşım benden beter "burjuva" çocukları. Vizyonda hangi film varsa giyim, kuşam, saç stili aynen filmin jönü kılığına girerler. O günler "Saturday Night Fever" vizyonda, John Travolta ise başrolde. Arkadaşlarımın, bırakın favorileri'nin çenelerine kadar sarkmasını, yürüyüşleri bile dans eder gibi. Tabi polis abiler hemen anladılar "örgüt üyesinin hangimiz olduğunu!" Bir Haftalık zorunlu ikametin ardından "pekişmiş" olarak Sirkeci'de ki yurduma döndüm.
Yerim şimdi bana kelimelerle hava atanları. Yürüyüşüm bile değişti. Kıdemli olmuştum artık. Bir saygı bir saygı... Sakal bile bıraktım. Kasket, tespih ve yeşil kapşonlu parka ile imajımı tamamladım. Ağır abi durumları yani. (sağda) 12 kişilikten, 4 kişilik odaya terfi oldum. Neden içeri girdiğimi detaylı olarak anlatmanın gereği yok. Zaten kimse de bana sorusormaya cesaret edemiyor... "Bu adam ufak işlerle uğraşmıyor" diye düşünüyor olsalar gerek. Bırakın yazıya çıkmayı, bir kere dahi etüde katılmamı istemediler. Yanaşıp ağzımdan laf almaya kalkanlara en bi gizemli halimle ve küçümseyerek, "Hadi herkes işine" bakışımı kullanıyorum.
Tabi dönem itibarı ile vukuatlar bununla da bitmedi; Öğrenim gördüğüm Gemi İnşaatı Fakültesi'nde sadece bir kız öğrenci vardı. Arz talebi dengelemek uğruna kız öğrenci yurtları yakınlarındaki kıraathaneler okul çıkışı en uğrak yerlerimizdi. Bir gün kıraathanede kız arkadaşlarımızı beklerken büyük bir kavga çıktı. Mesele bildiğin "kız kavgası". Kıza baktın, neden baktın v.s. Kaldık arada. Kapılar tutuldu. Polis geldi. Aldılar hepimizi karakola. Haydiiii.. Fişliyiz ya. Beni ve 2,3 çocuğu alıkoydular. Kıdemim gitgide artıyordu. Bu kez Öğrenci yurduna dönüşüm daha muhteşem oldu. Hani mümkünü olsa, yurtta bana verilen 4 kişilik odadan bu kez "kral dairesi"ne terfi edeceğim.
Yaz ayı, staj ayı. Tebdili mekanda ferahlık vardır. Ablamlar İzmir Aliağa'da çalışıyorlar. Ben de staj için Karşıyaka Tersanesi'ne yazıldım. Hıdrellez vakti. İzmir'de bir başkadır Hıdrellez. Eğlencesi, Rituelleri ile yaşamaya değer. 3 erkek, bir kız arkadaş eğlenceye dalıp, kız arkadaşın öğrenci yurduna giriş saatini atladık (Kadifekale Kız Öğrenci Yurdu). Sokakta bırakmak olmaz. Sokağa çıkma yasağı da var. Girdik bir meyhanenin bahçesine: Banklarda karşılıklı oturuyoruz sessiz sessiz. Bir hışırtı duyup kafamı kaldırdım; Bekçiler!. O zaman geceleri sokaklarda bekçiler var. Silahları doğrulttular. Kalkın! N'apıyordunuz lan burda? Bööle bööle. Anlattık. Hele gelin bakalım bizimle. Aldılar bizi boş bir araziye. Kızı ayrı bir köşeye bizi ayrı bir köşeye. İnandılar "anarşist" olmadığımıza. Ammaaa. Hanginiz ulan bu kızın sevgilisi? (meali: Hanginiz s...yo lan bu kızı?) Açın ellerinizi.. KÜÜÜT. Bacaklara KÜÜT... Sabaha kadar. En çok da bana. Kız neden benim karşımda oturuyormuş da, Benim tipim onun sevgilisi gibi görünüyormuş da. Onla yatıyor-kalkıyor muymuşum?. Kız bakire miymiş? Konuşşş. KÜÜT.. Gün doğarken bizi serbest bıraktılar. Sabah, bir arkadaşımızın babası Cumhuriyet Savcısına olayı anlattığımızda "bundan bişi çıkmaz" demesi içimi yediğim dayaktan daha çok acıtmıştı. Hala avuçlarımda ve bacaklarımda cop patlağı izleri durur.
Dönem başı yine Sirkeci Öğrenci yurduna döndüm. Avuç ve bacaklarımda ki izler, apoletlerde bir yıldız daha eklemişti sanki. Bacaklarımda ki izler gözüksün diye sabah akşam yurtta şort giyiyorum. Eller zaten meydanda. Gözlerden okuyorum. Ulan helal olsun adama. Ne yaptıysa artık?. Baksana gördüğü işkenceye. Yine de dimdik ayakta.
O sene dönem sonunda İTÜ'nün kendi yurdu açıldı. Abdi İpekçi Öğrenci Yurdu. Maçka'da. Nişantaşı'na iki adım. Tam benlik. Cafeler, Barlar, Butikler, Şık hatunlar... Yazıldık hemen. Odalar 4'er kişilik. Hem sınıf arkadaşlarımdan çok kişi var burada. Bin kişilik bir yurt. İki günün biri "etüd" var ama yurt o kadar kalabalık ki. Bize "eğitim!" anlatılırken çaktırmadan arka tarafta pişti oynayabiliyoruz. Ancak o ne? Yurt her gece kurşunlanıyor. Hatta bizim yurttan vurulanlar, ölenler oldu. Örneğin yan oda kalan ve hiç de bu işlerle alakalı olmayan Suriye'li bir çocuk yurda gelirken yan sokakta öldürüldü. Bir akşam odadayız "ağabey"lerden biri girdi odaya. "Nöbet sırası sizde" dedi. Kimimiz çatıda kimimiz dışarıda nöbet tutacakmışız. Olası "düşman!" saldırısına karşı gerekli birimleri uyarmak için. Haydaa!. Benim ne kadar "kıdemli" bir adam olduğumu bilmiyorlar bu yurtta. Yoksa bana böyle "ufak tefek" işler yaptırırlar mıydı? Sonuçta açılalı senesi dolmadan yurdumuz tadilata, okulumuz boykot'a girdi. Bir sonraki sene (1980) Topkapı Atatürk Öğrenci Yurdu'na geçtik.
Burada özel bir anımı anlatmadan geçemeyeceğim. Yurt 3 bin kişilik. İç tarafta bulunan tuvaletlerin lambaları, odalardakiler patladıkça öğrenciler tarafından yer değiştiriyor yani alınıyor. Bu nedenle tuvaletler zifiri karanlık. Hepsi de "alaturka tuvalet" zaten. Yani hacet ederken bile hizayı tutturup tutturamadığınızı ancak sesden anlayabiliyorsunuz. Pisuvarları ise kimse kullanmıyor. Direkt büyük tuvaletler kullanılıyor. Çünkü kabinlerde hizalama derdi yok. Neyse. Biz birkaç arkadaş, dışarıdan gelen ışıklar yardımı ile hemen girişlerdeki lavabolarda çamaşır yıkıyoruz. Filistinli sınıf arkadaşım Mehdi; büyük hacetini gidermek üzere en baştaki tuvalet kabinine girdi. Hani, biraz ışık gelsin diye de kapıyı açık bırakıp bizi nöbetçi kıldı. Bir ara ufak hacetini gidermek amacıyla hızla içeri giren bir delikanlı bizim hooop durrr dememize fırsat bırakmadan içeri daldı. Direkt Mehdi'nin kabinine. Genç, Tuvaletten gelen glup, hılk sesleri üzerine de aynı hızla dışarı kaçtı... Offf. Mehdi'nin durumunu düşünemiyorum. Karanlıktasın. Vaziyetin malum... Tam karşısında ışığını keserek üzerine yaklaşan pantolonunu indirmiş bir siluet. Kafa hizasına yaklaşan bir ..... Akabinde üzerine ... Off gerisini anlatamayacağım. Nutku tutulur adamın be.. ki tutuldu ve sırılsıklam bir vaziyette, pantolonunu yukarı çeke çeke, yarım Türkçesiyle ne olduğunu soran Mehdi'ye gülmekten cevap dahi veremedik. Kim bilir ne düşündü biz Türkler ve Türkiye hakkında. Okumaya gittim ancak onlar benim a... s... mı dedi? bilinmez. Sonuçta küstü bizlere Mehdi. Ve ne yazık ki bu sebepten okulu bıraktı.
Aradan birkaç gün geçti. Yurttayız. Sabaha karşı büyük bir gürültü ile uyandık. Günlerden 12 Eylül Yurdun içi jandarma dolu. Bahçeye dizildik teker teker. Akşama kadar sürdü aramalar, tutuklamalar. Allahım. "şükür bu kez nasıl olduysa tombala bana vurmadı" dedim..dedim de... aynı akşam yabancı bir arkadaşa derslerinde yardımcı olmak amacı ile kütüphanedeyim. Jandarma bastı. Bir Pankart asılmış kütüphanenin kapısına. Sorumlusu biz çıktık. Kör tuttuğunu götürdü ve hoop içerideyiz. Bu sefer öyle haftalık da değil, aylık zorunlu ikametteyiz. Mahkemeye çıktık. Anlattık hakime; "Ya pankartı biz assak ne işimiz var orada? Ben assam sonra da kütüphaneye girip ders mi çalışırdım?" Sol başparmağımda ki "kapı pervazı sıkışması" sonucu düşmüş tırnak izi hatırası o döneme aittir. Kıdeme bak!.
Bir daha Öğrenci Yurdu mu. Tövbe billah. Sağolsun; babası babamın arkadaşı olan Hayrettin Belli isimli okul arkadaşım Kozyatağı'nda kendi oturduğu apartmanın yan dairesini kiralayabileceğimizi söyledi.Toplandık üç-beş arkadaş. Kiraladık evi. Arkadaşımın babası Mihri Belli. O sıralar İsveç'te sürgünde. Ama Annesi Sevim Abla gerçek anamız gibi bakıyor bize. Kapıda 24 saat "devriye"ler, kapı, pencere, telefon dinlemeler, dürbünle gözetlemeler. Oysa içerisi gırgır kıyamet. Biz siyasetin "S" sini konuşmuyoruz. Öğrencilik hayatımın en enteresan günleri bu evde geçti. Kısmet olursa bir gün Kozyatağı anılarımı ayrıca dile getirmek isterim.
Şimdilik 12 Eylül'den bu kadar.
Sevgilerimle
Cem Polatoğlu
0532 2146136